Bu sene de İstanbul Maratonu’nu koşmanın sevinci ile geçirdik hafta sonumuzu. 46’ncısı düzenlenen İstanbul Maratonu 15 km ve 42.195 km iki parkurdan oluşuyor. Yaklaşık kırk bin kişinin katılımı ile gerçekleşti. Etkinlik başından sonuna parkur renkli görüntülere sahne oldu. Genelde yabancı katılımcıların çokluğu dikkat çekse de yavaş yavaş yerli koşucularımız da artmaya başladı. Gençlerimiz ve ileri yaştaki vatandaşlarımız da hem koşma hem yürüme hem de boğazın eşsiz manzarasında spor yapma şansını buldular. Zaten dünyada tek olan kıtalar arası maratonumuza her yıl daha fazla katılım göstererek sahip çıkmamız gerekli.
Bu sene biraz zorlandık. Oldukça soğuk, rüzgârlı ve yağışlı bir havada koşunca doğal olarak çoğumuz şifayı kaptık. Köprüden geçişimizde ve Florya’dan dönüşümüzde rüzgâr ve soğuk oldukça hırpaladı bizi. Ama esas 15 km koşucularının bitişten sonra emanet çadırından eşyalarını geç almaları üşümelerine sebebiyet verdi.
Maalesef Türkiye ve benzeri ülkelerde politikaların, görüşlerin hava durumuna göre pozisyon aldığı yani yerel yönetimler değişti mi bütün etkinliklerin ilerleyişi de ona göre değişiyor. Bu tür uluslararası marka olacak tasarıların, etkinliklerin adına ne derseniz deyin, profesyonel bir ekip tarafında pazarlaması yapılmalı. Her gelen kendi doğrularına, görüşlerine göre değil, dünyadaki başarılı emsallerine göre izlenecek yolu tasarlamalı. Hangi branş olursa olsun federasyonu olmazsa olmaz kurallardan vazgeçmemeli. Yaptım oldu dememeli. Bu yıl yarış bitiminden sonra tüm kanallarla duyurularını uluslararası alanda yapmalı. Yarış gününe kadar ciddiyeti bırakmamalı ve parkurun hareketliliğinden son sporcu alandan ayrılana kadar gereken en üst seviyede hassasiyet göstermeli.
Dünyada birçok marka olmuş maratonlar var. Boston, Newyork, Chicago, Londra, Paris ve Barselona gibi bu koşuların kayıtları açılır açılmaz çok kısa sürede kontenjan doluyor. Ardından yüksek ücretlerle kayıtlar alınıyor. Hatta dünyanın birçok ülkesinden kuralar çekiliyor. İnsanlar katılabilmek için bazen zaman barajlarına ulaşmak zorunda kalıyor. Bu ülkelerde hazırlıklar ve yol boyunca tezahüratlar üst seviyede. Halk yıllardır yapılan bu etkinlikleri kültür olarak benimsemiş ve yolların, parkurun kenarlarına erken saatte gelip koşuculara destek veriyorlar. Parkur bir bayram alanı gibi oluyor. Birikmiş kötü enerjileri hem koşanlar hem seyirciler bağırarak atıyor ve rahatlıyorlar. Yollar kapandı diye trafik polisleri ile tartışmıyorlar.
İstanbul Maratonu’nun da bu marka maratonları arasına girmesi gerekli ve bunu bence çoktan hak etti. Dile kolay 46 yıldır yapılıyor ve ilk yapıldığında yine bir Alman turistin öncülüğünde gerçekleşmişti. O zamandan bu yana birçok milli atletimiz derece yapıyor, yabancı koşucular performans sergiliyor. Gençlerimiz koşuya başlıyor, belli yaştaki vatandaşlarımız köprünün üstünden geçme bahanesi ile ilk yarışlarına katılıyor; kısacası bize oldukça kıymetli faydaları oluyor. Fakat yıllar geçse de bazı amatörlükler düzelmiyor, beklenen ilgi sağlanamıyor. Bunun bana göre birkaç sebebi var. Tabi ki bu konularla ilgilenen yetkililer daha iyi bilir ama ben yine de aşağıda düşüncelerime göre olması gerekeni yazmaya çalışacağım.
İnşallah bundan sonraki yıllarda devletin her alanda daimi politikaları hayat bulur ve daha başarılı oluruz. Siyasi partilerin doğrular üzerindeki etkisi belirli noktalarda sınırlarını bilmeli. Ülkeye marka değer katacak etkinliklerde siyasi idealler bir köşeye bırakılmalıdır. Daha nice başarılı etkinliklere imza atmak dileği ile...