An itibari ile Kocaeli Kandıra Kefken Cebeci bölgesinden www.gebzegazetesi.com canlı yayında gazetemiz kurucusu ve TGRT Belgesel tv devri alem belgesel yönetmeni ismail Kahraman Bilgi veriyor (Canlı haber Ahmet Emirhan Kahraman )
SEFERBERLİK İLANI İLE İLGİLİ BİR ARAŞTIRMA
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Harbi’ne girmek üzere seferberlik ilân etmesi
HÜSEYİN YÜRÜK
Kabînede Mâliye Nâzırlığı yapmış olan Cavid Bey, Tanin Gazetesi’nde neşredilen hatıralarında, “o tarihlerde bir buçuk milyon askere mukabil, Memâlik-i Osmanî’nin müdafaası için elde sadece 72 bin tüfek bulunduğunu ve memleketin hiçbir köşesinde, topraklarımızı müdafaa edebilecek kuvvetin kalmamış olduğunu” yazmıştı. Hâl böyleyken, Osmanlı Ordusu’nun hâli, yoklukların zirvesine çıkmış bir manzara arz ediyordu.
BU yazımızda, Osmanlı Devleti’nin yapılan bir gizli anlaşma dâhilinde Almanya’nın yanında Birinci Dünya Savaşı’na girmek üzere seferberlik ilân etmesini ve diğer gelişmeleri ele alacağız…
Savaşa girmek üzere seferberlik ilân edilmesi
Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914’te seferberlik ilân etti. Ordunun bir plân dâhilinde bu savaşa sokulacağı, bir plânın parçası haline getirileceği daha o günlerden belli olmuştu.
Seferberlik genel olduğu için, 38-45 yaş arası dışında kalan 18 yıllık dönem toptan silahaltına çağrılmıştı. Redif Teşkilâtı lağvedilmiş olduğundan, silahaltına gelecek askerler hep çekirdek hâlinde bulunan Nizamiye birliklerini takviye edeceklerdi.
Silahaltına çağrılan 18 yıllık dönemdekiler, suçlu duruma düşmemek için derhâl askerlik şubelerine koştular. Askerlik şubeleri şaşkına döndü. Kadroları dar, kayıtları yanlış ve eksik olduğu, üstelik celp ve sevk pusulaları da hazır olmadığı için askerlik şubelerinin önü ikmâl askerleriyle doldu. Bunların birçoğu günlerce sokaklarda, cami avlularında yattı, işlerinin görülmemesi yüzünden perişan oldular.
Sızlanma ve şikâyetler arttı, bazı askerler evlerine dönmek zorunda kaldılar.
Yemen’deki 7’nci Kolordu ile 21’inci Asir Fırkası ve 22’nci Hicaz Fırkası’nda askerlik yapanlar seferberlikten çağrı dışı tutuldular.
22 Ekim 1914 günü Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın Osmanlı Donanması Birinci Komutanlığı’na getirilmiş olan Alman Amiral Schonuan’a “çok gizli” işaretli, kapalı bir zarf içinde gönderdiği emir şuydu: “Türk Donanması Karadeniz’de bahri hâkimiyeti temin edecektir. Rus donanmasını arayınız ve onu nerede bulursanız ilân-ı harbsiz hücûm ediniz!”
Bu gizli emrin ardından Amiral Schonuan komutasındaki Osmanlı Donanması, Rus limanlarını bombardıman etmiştir.
Hâlbuki dönemin Sadrazamı Sait Halim Paşa, savaştan yana değildi. Paşa, etrafındaki maceracılara, “Turan ve Mısır fütuhatı (fetihleri), Trablus, Tunus, Cezayir vesaire gibi emelleri rica ederim bırakalım. Hudutlarımızı muhafaza edelim, bu sûretle tarafsız kalırız” diyordu.
Osmanlı Donanması’nın Rus limanlarını bombardıman etmesi, harbi artık emrivaki hâline getirmişti. Sadrazam Sait Halim Paşa, bu gelişme üzerine istifasını verdi. İtilâf Devletleri sefirleri ise mevcût Alman Askerî Heyeti’nin ve bütün subayları ile birlikte Goeben’in derhâl hudut hâricine çıkarılmasını istiyorlardı.
Dönemin Meclis-i Mebusan Reisi Halil Menteşe’ye göre, bu şartları yerine getirebilmek Hükûmet’in kudret ve iktidarı dâhilinde değildi (Menteşe, 1986:51).
Pomiankowski, Osmanlı Devleti’nin savaşa hangi şartlarda girdiğini şöyle anlatmaktadır: “Türkiye’nin nüfusu 26 milyonu buluyordu. 1913’ten itibaren 20 milyon insandan ancak ortada 9 ilâ 10 milyon kadar kalmıştı. Jön Türk komitesinin bu şartlara rağmen, savaş hazırlıkları bitmeden aceleyle halkın büyük bir kısmının da istemediği yeni bir savaşa karar vermesi, her şeyden önce Alman Büyükelçisi Baron Wangenheim’in çabası ve acemi, mağrur ve bilgiden mahrum olan Enver, Talât ve Cemal gibi söz sahibi kişilerin etkisiyle olmuştur. Onlar, Almanya’nın askerî gücüne ve nihâî zaferine körü körüne inanarak hem Türkiye’nin, hem de kendilerinin emniyetini bu devletle kurulan ittifakta görüyorlardı.” (Pomiankowski, 1997:83)
Alman ve Avusturyalıların gerçek yüzü
Osmanlı Devleti’ni petrol ve savaş plânlarının bir taşeronu olarak kullanan Almanların Türkler ile irtibatı duygusal değil, fizikî bir yakınlıktan ibarettir. Dönemin çeşitli şâhitleri bu anlamda ayrıntıları hatıra ve kayıtlarında paylaşmaktadırlar. Münevver Ayaşlı, Kudüs İngilizlerin eline geçtiği gün, dostumuz (!) Avusturya tarafında yaşananları şöyle anlatır: “Müttefikimiz olan Katolik Avusturya, Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesi münasebetiyle şenlik yapıyor, mumlar yakıyor, Viyana’da şenlik çanları çalınıyordu.” (Ayaşlı, 2003:54)
O günlerde Almanya fırsat buldukça âdeta düşmanımız gibi davranmaya devam ediyordu. Cemil Filmer’in naklettiğine göre, Kudüs’te büyük bir karışıklık vardı. Kentin düşmesi an meselesiydi ve kent tahliye edilmekteydi. Alman konvoyları yolu doldurmuştu. Ancak ne bir yaralı, ne bir asker alıyorlardı. Düşmanca bir tutum sayılacak derecede sadece kendilerini düşünüyorlardı. Kamyonların üzerinde kuş kafesleri, yiyecek ve türlü eşyalar gidiyordu da yaralıları almıyorlardı (Koçak, 2012:127).
Müttefikimiz (!) Avusturya, bizimle birlikte savaşıyor ancak karşı tarafta savaşan din kardeşini korumak için elinden gelen her türlü çabayı göstermeye devam ediyordu. Çanakkale Cephesi’nde savaşan İngiliz rahip, Avusturyalı düşmanın (!) kendilerine yaptığı jeste hatıralarında değinmeden geçemez:
“27 Mayıs sabahı saat 06:30’da çadır kapısından dışarı baktığımda, bir ikaz anonsu duydum. Hemen ardından harp gemisinin bulunduğu tarafta büyük bir patlama oldu. Yükselen dalgalar geminin boyunu aşmıştı ve buna denizaltından fırlatılan bir torpilin sebep olduğunu anladım.
(…) Tüm bunlara sebebiyet verenin bir Avusturya denizaltısı olduğu anlaşıldı. Kaptan, olması gereken mevzide bekleyip gemiyi gece 02:00’da de bombalayabileceğini ama ‘mürettebat kaçma fırsatı bulsun diye’ sabah 06:30’a kadar gün boyunca beklediğini söylemişti. Kaptan hakikaten çok düşünceli biriymiş. Ne olursa olsun, bu hareketi cesaret ister; yaz gecesinin karanlığına rağmen, bir hücûm tehlikesini de göze alarak sabaha kadar beklemesi takdire şayan bir davranıştı.” (Ewing, 2012:70-71)
Hâl böyleyken, sınırlı kaynaklarımız dahi Alman Ordusuna gidiyordu. Dönemin şâhitlerinin anlattıkları çarpıcıdır. Rus Çarlığı ordularının işgal ettiği doğu illerimizden bütün Anadolu’ya olduğu gibi Yozgat’a da perişan, yersiz yurtsuz, yiyeceksiz ve hattâ giyeceksiz, ihtiyar, kadın-erkek, çoluk çocuk, soluk benizli bir sürü göçmen gelmişti. Yozgat’taki “Muhacirîn İdaresi” bunların derdine devâ olamıyordu. Zaten nasıl olacaktı? Üretilen buğdaylar, çuval çuval, müttefikimiz Almanya’ya gönderiliyordu (Velidedeoğlu, 1977:81).
Osmanlı Ordusu’nun savaş gücü
Osmanlı Ordusu, 1911 yılından beri zaten savaş hâlindeydi. Ordu, 1912 yılındaki Balkan Savaşı’nda zaten tüm kadrolarıyla perişan olmuştu. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’na gelindiğinde Osmanlı Ordusu’nun savaşacak gücü kalmamıştı ve bu acıklı durum, ordunun en üst seviye şahısları tarafından sağda solda ifade edilmekteydi.
Hüseyin Kâzım Kadri, bu çarpıcı gerçeği şöyle anlatır: “Orduyu harbe hazırlamakla vazîfeli olan mühim bir şahıs, Galata Köprüsü üzerinde karşılaştıklarında şu cümleyle ifade etmişti: ‘Bu ordu harb edemez!’” (Kadri, 1992:49)
Kadri, anlatmaya şöyle devam ediyor: “Suriye’de Dördüncü Ordu’nun en önemli mevkiinde bulunan bir kimseye, bu savaşı kimlerin istediklerini sormuştum. ‘Bu savaşı isteyen yalnız üç kimse idi!’ dedi. ‘Bir dördüncü taraftar yok mu idi?’ sualine de, ‘Eğer bir dördüncü adam tartışmaya katılmış olsaydı hükûmet bu savaşa girmezdi’ cevabını verdi.” (Kadri, 1992:192)
Kabînede Mâliye Nâzırlığı yapmış olan Cavid Bey, Tanin Gazetesi’nde neşredilen hatıralarında, “o tarihlerde bir buçuk milyon askere mukabil, Memâlik-i Osmanî’nin müdafaası için elde sadece 72 bin tüfek bulunduğunu ve memleketin hiçbir köşesinde, topraklarımızı müdafaa edebilecek kuvvetin kalmamış olduğunu” yazmıştı (Biren, 2006:141).
Hâl böyleyken, Osmanlı Ordusu’nun hâli, yoklukların zirvesine çıkmış bir manzara arz ediyordu.
Dönem subaylarından Binbaşı Ziya Yergök, Doğu Cephesi’nin durumunu şöyle anlatıyor: “Komutanımız Hasan İzzet Paşa iki işe çok önem verirdi: Boş hayvanlara erlerin binmesini yasaklayarak atların yedekte taşınmasını isterdi. Böyle yapmayan erleri azarladığı gibi, hayvanların ait olduğu alay komutanlarına da ceza verirdi. ‘Ordunun eli ayağı olan bu hayvanlara erlerden daha iyi bakmak lâzımdır’ derdi.” (Yergök-Önal, 2006:26)
Osmanlı Ordusu’nun yeterli miktarda nakliye hayvanı olmadığı için halktan zorla topluyor yahut devlet gücüyle halkın atına, öküzüne el koyuluyordu. Binbaşı Ziya Yergök, anlatmaya devam ediyor:
“Taşıma vâsıtalarını vilâyetin İdare Meclisi ile belediye azâları ve askerden de bizim matematik hocamız Cezir Mevlüt Bey’den oluşan komisyon tespit ediyordu.
Bu komisyon sabahleyin saat onda Erzurum Hükûmet Konağı önünde toplanır, polis ve jandarma çarşı pazardan, hanlardan yakaladıkları at, katır, öküz ve manda arabalarını bunlara getirtir, değer biçtirirdi. Mallarına değer biçilen kişilerin ellerine komisyon tarafından birer mazbata verilirdi. Mal sahipleri Mâliye’ye mazbataları ile başvurup paralarını istedikleri zaman, kendilerine ödemenin muharebeden sonra yapılacağı söylenirdi.” (Yergök-Önal, 2006:28-29)
Osmanlı askerinin ne kadar perişan bir hâlde olduğunu bir türlü kimse göremezken, bir Rus kadını, bir görüşte teşhisi koymuştu:
“Trenden çıkıp kızaklara binerken bizimle aynı trenin yük vagonlarıyla sevk edilen esir askerlerimiz de vagonlardan çıkarılmış, yaya olarak gönderilmeye hazırlanmışlardı. Orada resmî, sivil birçok Rus erkek ve kadın, bizleri seyretmek için toplanmıştı. Soğuk, sıfırın altında 30 derecenin de altında idi. Bizim askerler acınacak durumdaydılar. Eski püskü elbise ve kaputlar içinde, ayakkabıları kalik (yırtık, dilenci postalı) hâlini almıştı. Bunlar arasında bir askerin de ayakkabıları yoktu. Yırtık çoraplarla sıraya girmeye gidiyordu. Bu acıklı görüntüye dayanamayan bir Rus kadını, lâstiklerini çıkardı, bu ere verdi ve bize de birçok küfürler savurdu. ‘Böyle perişandınız da niçin muharebeye girdiniz?’ gibi haklı sözler söyledi…” (Yergök-Önal, 2006:140)
Kaynaklar
Ayaşlı Münevver, (2003), Geniş Ufuklara ve Yabancı İklimlere Doğru, İstanbul: Timaş Yayınları
Biren Tevfik, (2006), Bürokrat Tevfik Biren’in II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve Mütareke Dönemi Hatıraları, Cilt:2, İstanbul: Pınar Yay.
Ewing William, (2012), Bir İngiliz Ordu Rahibinin Gözüyle Birinci Dünya Savaşı, İstanbul: İz Yay.
Kadri Hüseyin Kâzım, (1992), Balkanlardan Hicaza İmparatorluğun Tasfiyesi, İstanbul: Pınar Yayınları
Koçak Cemil, (2012), Geçmiş Ayrıntıda Gizlidir, İstanbul: Timaş Yay.
Menteşe Halil, (1986), Halil Menteşe’nin Hatıraları, İstanbul: Hürriyet Vakfı Yay.
Pomiankowski Joseph, (1997), Osmanlı İmparatorluğunun Çöküşü, İstanbul: Kayıhan Yay.
Velidedeoğlu Hıfzı Veldet, (1977), Anıların İzinde, İstanbul: Remzi Kitabevi
Yergök Ziya, (2006), Sarıkamış’tan Esarete Hatıralarım, İstanbul: Remzi Kitapevi