Kulakları, başının başka neresine konsaydı, daha güzel olurdu?
Burnu, ağzı; başka nereye yerleştirilseydi, daha yakışıklı sayılırdı?
Diğer uzuv ve organları için de, böyle bir sorgulama yapsa; en iyisinin bu hâl üzere kalmaları gerektiğini, kesinkes anlar.
Bu durum, insan vücudunun kendi kendine, rastgele bu durumu almadığını. Bu uygunluk, bu tenasüp ve bu güzelliklerin arkasında; bir tertip edenin, bir düzenleyenin ve bir plân program dahilinde hareket eden bir Fâil’in / bir Yapan’ın yani bir Yaratıcı’nın olduğunu açık seçik ortaya koymakta.
Demek ki, bu düzenleyişin arkasında tertip eden bir Mürettip,
Bu güzelliği verenin arkasında bir Sâhib-i Cemal,
Bu mükemmelliğin arkasında bir Sahib-i Kemal,
Bu azametli işlerin arkasında bir Sahib-i Celal’in varlığı, açıkça kendini gösteriyor.
Hak Sübhanehu emanet olarak insana; âlemin bütün kapılarını açabileceği bir anahtar vermiş.
Evet, Hallak-ı Kevn / Kâinatın Yaratıcısı, insanı; hazinelerinin tılsımını çözebileceği ene / benlik denen bir anahtar bahşederek; kâinatta olan maddî-mânevî her şeyi; bir örneğinin kendisinde olması hasebiyle idrak edebileceği bir anahtara sahip kılmıştır.
Hakikaten, âlemin anahtarı insanın elinde ve nefsindedir. Büyük bir kitap hükmünde olan kâinat kapıları / sayfaları; aslında açık olmakla beraber zâhiren / görünüşte kapalıdır. Çünkü okumasını bilmeyen insan için, önündeki kitabın açık olan sayfaları bir şey ifade etmez.
Kaldı ki, tefekkür etmenin de bir okuma şekli olduğu bilinmeli. Okuması olmayan, sadece kâinatın zemini üzerindeki varlık denen harfleri görür.
Halbuki insan; hilâfetle mümtaz olup, emanetin hâmili / taşıyıcısıdır. Çünkü Allah; bilinmesini -özellikle- insandan istiyor, umuyor ve bekliyor. Bu lütuf, bu seçiş ve bu muhataplık tepilir mi hiç?
Üstelik insan, mânen istenen kıvama erdiği takdirde; kendi kelâmını anladığı gibi, tespih eden bütün canlıların, hatta cansızların da sözlerini iman kulağıyla anlar. Yani aynı anda zahmetsiz bir şekilde mevcudatın; Esma-yı Hüsna’ya / Allah’ın Güzel İsimleri’ne lisan-ı hâlle delâlet eden konuşmalarını da, işitebilir.
Demek ki, diğer mevcudatın her birinin kıymeti kendisi kadar, mü’min insanın kıymeti ise, hepsi kadardır. Öyleyse insanın her bir ferdi bir nev’ / cins, hatta nev’ler hükmündedir.
Bütün bunlara rağmen insanın ihtiyarı / seçme ve tercihi kıl kadar.
İktidarı bir zerre.
Hayattan nasîbi, ancak çabuk sönecek bir şule.
Ömrü hemen bitecek bir dakika gibi.
Bir dakika öncesi ise, yok oldu.
Bir dakika sonrası ise, meçhul!
Şuuru, zail / zeval bulucu, yok olucu bir lem’a / parıltı.
Zamanı, akıp giden bir ân.
Mekânı, ancak bir kabir kadar.
Oysa aczi hadsiz.
İhtiyaçları nihayetsiz.
Fakrı ise, sonsuz.
Emelleri hudutsuz.
Ne hazindir ki, herkesin düşünmesini isteyen insan;
Evvelemirde kendisinin, kendisini düşünmesi gerektiğini -ne hikmetse- akıl etmiyor!
Aynı insan, dünyanın Kıyameti’ni düşünmeden edemezken, kendi Kıyameti’ni hiç düşünmez!
Ebedî oluşunun yansımasının, bu dünyada olacağını zanneder!
Oysa her ân Kıyamet’i kopabilir, ecel şerbetini içebilir.