Kocaeli Gebze Yağlıdereliler Derneğinin düzenlediği Tarihe ışık tutan panelde Giresun Yağlıdere nin 1000 YILLIK Türk-İslam Tarihi ve Yavuz Sultan Selimin hocası karadeniz bölgesinin manevi Fatih’i Hacı Abdullah Halife Paneli ve belgesel sunumu Büyük ilgi gördü.
Kocaeli Yağlıdereliler Derneği tarafından organize edilen “Tarihsel Süreçte Yağlıdere ve Sultanların Hocası Hacı Abdullah Halife” paneli, 16 Şubat Pazar günü Gebze Kılavuz Gençlik Merkezi’nde yoğun katılımla gerçekleştirildi. Panelle ilgili basında ve sosyal medyada haberler yapıldı Kamuoyunda büyük ilgi gördü.
Başta TGRT belgesel Tv olmak üzere bir çok tv kanalında yayınlanan Abdullah halife Hz. Belgeselimizi sizlerle paylaşıyoruz.
PANELLE İLGİLİ BASINDA YER ALAN HABERLER DEN BAZILARI
BASIN YAIN VE SOSYAL MEDYADA YER ALAN HABER ÖZETİ
Panele akademisyenler, tarihçiler, milletvekilleri, belediye başkanları, sivil toplum kuruluşu temsilcileri ve çok sayıda vatandaş katıldı.
Panelin moderatörlüğünü Tarihçi-Yazar Recep Kankal üstlenirken, etkinlikte Araştırmacı-Belgeselci İsmail Kahraman, Tarihçi-Yazar Harun Bostancı ve alanında uzman birçok isim sunumlar gerçekleştirdi. Yağlıdere’nin tarihi, Osmanlı arşivlerindeki kayıtları ve bölgenin kültürel mirası ele alınırken, Sultanların hocası olarak bilinen Hacı Abdullah Halife’nin hayatı ve akademik çalışmalardaki yeri de detaylı şekilde değerlendirildi.
Tarihçi Harun Bostancı, uzun yıllara dayanan araştırmaları sonucu Hacı Abdullah Halife’nin vefat tarihini ortaya çıkardığını ve üç bin sayfalık arşiv çalışmasıyla alana önemli katkılar sunduğunu belirtti. İsmail Kahraman ise Yağlıdere’nin geçmişi, tarihi köprüleri ve İpek Yolu üzerindeki stratejik konumuna dair önemli bilgiler paylaştı. Panel kapsamında Harşit Vadisi’nde şehit olan Yağlıdereli kahramanlar da anıldı.
Program kapsamında Yağlıdere’yi tanıtan 20 seçilmiş fotoğrafın yer aldığı özel bir sergi de düzenlendi. Vatandaşlar tarafından yoğun ilgi gören sergide Ağa’nın Köprüsü, Gölyanı Obası, Çağlayan Şelalesi, Hacı Abdullah Duvarı, Hisarcık ve Sınır Köyü köprüleri, Yağlıdere ve Üçtepe beldesinden manzaralar ile Hacı Abdullah Halife Camii, türbesi, misafirhanesi ve değirmeni gibi bölgenin önemli mekânlarına ait fotoğraflar yer aldı.
Etkinlikte, Giresun’a özgü tatlar da misafirlere ikram edildi. Katılımcılar, bölgenin meşhur Giresun pastası ve Giresun simidinin lezzetini deneyimleme fırsatı buldu.
Panele Kocaeli milletvekilleri, Gebze, Karamürsel ve İzmit belediye başkanları, Gebze Ticaret Odası başkanı ve çok sayıda davetli katılım sağladı. Kocaeli Yağlıdereliler Derneği Başkanı Engin Güngör ve yönetimi, organizasyona katkı sağlayan 11 köy derneği ile birlikte etkinliği başarıyla düzenledi.
Gebze Belediye Başkanı Zinnur Büyükgöz’ün Ulus Mahallesi’nde yeni yapılan parka Hacı Abdullah Halife’nin isminin verileceğini bildirdiği konuşması takdir gördü. Protokol konuşmalarıyla devam eden ve vatandaşların büyük ilgi gösterdiği program, Yağlıdere’nin tarihini, kültürünü ve manevi mirasını tanıtma açısından önemli bir adım olarak değerlendirildi.

GİRESUN YAĞLIDERE İLÇESİNİN TARİHİ VE. KARADENİZİN MEVLANASI HACI ABDULLAH. HALİFE İLE İLGİLİ. PANEL VE TOPLANTI DA BELGESEL SUNUMUMUZ
GİRESUN YAĞLIDERE TARİHİ PANELİ İLE. İLGİLİ DERNEK BAŞKANI ENGIN GÜNGÖR GEBZE GAZETESİ CANLI YAYININ DA BİLGİ VERDİ
Gebze’nin başarılı STK larından olan Kocaeli Giresun Yağlıdereliler Dernek Başkanı Engin Güngör Gebze gazetesi (
www.gebzegazetesi.com)canlı yayınında 16 Şubat Pazar günü (bu gün) saat 16 da Gebze Beylikbağında Kılavuz Gençlik merkezinde düzenlenecek Yağlıdere tarihi ile ilgili panel ve Yavuz Sultan selim hanın hocası Hacı Abdullah Halife hazretleri ile ilgili bilgi veriyor
GEBZE. GAZETESİ CANLI HABER
GİRESUN YAĞLIDERE TARİHİ PANELİNE KATILAN HARUN BOSTANCI CANLI HABERDE
Kocaeli Giresun Yağlıdereliler Derneğinin düzenlediği panele konuşmacı olarak davet edilen. Tarihçi Yazar Harun Bostancı. İKTAV kütüphanesinde Gebze gazetesi (
www.gebzegazetesi.com)canlı yayınında
Sn Bostancı 16 Şubat Pazar günü saat 16 da Gebze Beylikbağında Kılavuz Gençlik merkezinde dernek tarafından düzenlenen Yağlıdere tarihi ile ilgili panelle ilgili bilgi veriyor
İLİM KÜLTÜR TARİH ARAŞTIRMALARI MERKEZİ OLARAK KARADENİZİN MANEVİ ÖNDERİ HACI ABDULLAH HALİFE İLE İLGİLİ YAPTIĞIMIZ ARAŞTIRMA
(Yayın tarihi 5 Eylül 2012İsmail Kahraman)
GİRESUN YAĞLIDERELİ HACI ABDULLAH HALİFE BELGESELİ
İsmail Kahraman’ın yapım ve yönetmenliğinde Belgesel Yayıncılık ve Devr-i Alem Belgesel TV program ekibi Sultanlar hocası Giresunlu Hacı Abdullah halife belgeseli hazırlayarak bir çok TV kanalında yayınlatılarak kültür ve medeniyet tarihimize vefa borcumuzu ödedi.
KARADENİZ BÖLGESİ’NİN OSMANLI’DAN ÖNCEKİ DURUMU
Sultanlar Hocası Giresunlu Hacı Abdullah Halife ve Vakıf Medeniyeti
Tarihte geçen bir beylik ismi var ki, bu ismin hem Hacı Abdullah Halife ailesi ile ilgili olması, hem de Osmanlı’dan önce Karadeniz bölgesinin halkı ve dini açısından önemlidir.Bayramoğulları Beyliği ya da Hacı Emiroğulları Beyliği olarak geçen beylik hakkında kesin bir bilgi yoktur.Edindiğimiz bilgiler çevre beyliklerin kayıtlarından alınmıştır. Fakat köken olarak Danişmentlilere bağlı olduğu net bir biçimde biliniyor.
Peki Danişmentliler ne zaman ve nerede var olmuştur? 1071 Malazgirt Savaşı’ndan hemen sonra Sivas, Tokat, Amasya, Çorum, Yozgat, Gümüşhane ve yörelerinde hakimiyet sürdüren bir Türk beyliğidir. Yıkılış tarihi ise 1178’dir.15. ve 16. yüzyıllarda ise Orta Karadeniz bölgesinde Canikler varolmuştur. A.Breyer, Canik isminin Kafkasya’dan göç edip 6.yüzyılda Çoruh boylarına yerleşen Çan kavminden değil Chani’den geldiğini söyler. Chaneti Lazistan demek olup Batum ile Trabzon arasındaki coğrafyanın adıdır. Can kelimesi ve t ekinin birleşmesiyle canlar anlamına gelen bu sancak Peçenekler olmalıdır.
Peki bunlardan hangi sonuçlar çıkar? Burada araştırmacıların iddia ettiği gibi Helenler değil Peçenek Türkleri yaşamaktaydı. Bu önemli bir bulgudur. Zira tarih kitaplarında bize anlatılan hep Karadeniz’in Helenistik yapısı ve Rumlarla dolu oluşudur.Oysa tarihin kendisi bunu inkar etmektedir.1214’te 1.İzzettin Keykabus ülkenin çeşitli yerlerinden Türkleri getirerek Sinap’a yerleştirir.Diğer bir tarih ise 1301 yıldır. Trabzon Devleti Kralı 2.Aleksios ile Hacı Emiroğulları Beyliği savaşır.
Türkler ile Rumlar bu topraklarda çok uzun mücadeleler verirler. Bulunan toplu mezarlar bunun isbâtıdır. Çokça akınlaradn ve baskınlardan söz eden tarih notları vardır. Öyleyse burada yaşayanlar yalnızca Rumlar ve Helenler değil aynı zamanda Türklerdir.Hacı Emiroğulları Beyliği’nin Osmanlı’ya tabii olma zamanı 14.yy sonları veya 15.yy başlarıdır.Yıldırım Bayezıd burayı alır ama yönetimi Hacı Emiroğulları ailesine bırakır.Çünkü bu beylik zaten Türk ve Müslümandır.Fakat Fetret Devri’nde tekrar bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Hatta Trabzon Devleti’nden vergi almaktadır. 1427 yılında ise kesin olarak Osmanlı himayesine girmişlerdir.
Hacı Abdullah Halife’nin seceresinin Kafkasya’ya dayandığını düşünmekteyiz.OğuzTürklerinden olduğunu, Ahiçukuru isminin köye verilmesinin Ahilik yaptığını gösterdiğine kanaat
getirdik.Ve en açık bilgi ise şudur ki; Karadeniz Bölgesi yalnızca Osmanlı devrinde değil, çok daha evvelinden Türk-İslam bölgesiydi.Tahayyül ediniz ki Rum Devletini haraca bağlayacak kudretteydi…
Evvel zaman içinde başlayan bir tarih gibi gelir insana ecdadı.Ki bazen sahip olduğunuz geçmiş, masalsı bir güzellikte olunca,Çağdaşlarında henüz ‘banyo’ mefhumu yokken, bin bir meselede zirveyi yakalamış Osmanlı söz konusu olunca,Nice topraklarda nice tebessümler oluşur. Ve Osmanlıya güç yetiremeyen imparatorluk torunlarının nefretli bakışları sinsice varolur.Yöneticilerin manevi hâli, halkına yansırmış. Bu iman dolu sineye sahip Sultanların yansımayla Anadolu bir erenler, mübarek zatlar semti oluvermiş.Edep bir tâc imiş nuru Hüdâdan deyip, her beladan emin olmuş Anadolu erenleri. Oysa Avrupa’da ahlaksızlık bir meziyetken.Hep kendimizi küçük görürüz. Ceket ilikleriz Avrupa önünde. Oysa Viyana değil ceketini, surlarını iliklese yine de kâfi gelmezdi bize.Bu şanlı devletin ardında olan dua nasıl inkâr edilebilir? Nice dudaklar kıpırdadıkça, yeniçerilerin bileği kuvvetlendi yüzyıllarca. Adları hatırlanmayan erenler. Mübarek denilip geçilen mümtaz kişiler.
Adı unutulmuş ulu zâtın adını hatırlatmak için karşınızdayız bu sefer.Pek çok sefer olduğu gibi, tarih satırlarının arasında tozlanmış bir sayfayı huzurlarınıza çıkarıyoruz; Hacı Abdullah Halife. Ayrıca zâta ait vakıf ve vakfiyeler.
İslam hukukundan bir malın, bir servetin sürekli olarak bir amaca yönelik, sırf Allah rızası için zengin kişiler tarafından kurulan ve ihtiyaç içinde bulunan kimselere faydalanmaları için sunulan müesseselerin adıdır vakıf. Yani kişinin kendi mülkünü Allah’ın mülkü olarak tayin etmesi de denilebilir. Günümüz insanları için kolay olmayan fakat geçmişe baktığınızda ‘vakıflar medeniyeti’ sayılacak kadar hizmete sahip olan bir halkla karşılaşıyoruz.
Şunu da belirtmek gerekir ki önceden mallarını vakfeden kişiye vakıf deni, vakfedilen mala ise mevkuf denilirdi. Fakat zamanla kuruma da vakıf denmiştir.
Vakfeden kişide bazı şartlar aranmaktaydı. Bunlar Bir kimsenin “kamil ehliyete” sahip olması lazım gelirdi. Kamil ehliyetten kasıt, akıllı, buluğa ermiş, reşit ve hür olmasıdır. Borç veya aşırı müsriflik yüzünden malını kullanmaktan alıkonulmamış bulunması da ayrı bir şarttı. Vakfedilecek malın ise dayanıklı, sonradan taşınabilecek olmaması ve vakıf kişiye ait mal olması şartı aranıyordu. Tüm bunlar tam bir gönül rızasını yakalamak ve ilerde oluşacak meseleleri engellemek amacıyla ortaya konuluyordu. Bir kimse kendi aklına göre üç beş ağacı vakfedemiyordu. Disiplinli bir sistemle belirleniyordu.
Vakfedilen maldan kimlerin yararlanacağını, gelirin usullerini, vakfın konusu ve gelirlerini ve benzeri hususları, vakfedenin kendi imzasıyla ve dava ile alınan kararla oluşturulan belgeye vakfiye denmektedir. Vakfiye ile bir nevi prosedür uygulanmış olur. Hukuka dayandırılmış olur. Bu belge günümüz için önemli tarihi bir kaynaktır. Yazılış şekli ise Allah’a hamd ve sena, resuluna salat ve selamdan sonra hayır yapmaya teşvik edici, sadakanın sevabından bahsedici ayet ve hadislere yer verilir. Bazen konuyu daha cazip hale getirmek ve okuyucuya şevk vermek bakımından ayet ve hadisler şiirlerle desteklenir. Bütün bunlar hem hukuki hem de bir edebi estetik içinde yaşamanın nasıl da mümkün olduğunu gösterir gibi değil midir? Yapılan her işte bir estetik duruş sergilenmesi belki de medeniyetimizin temel taşlarındandır.
Vakıf müessesesi ilk olarak ne zaman başladı diye bir soru geliyor aklımıza. Ve geçmişinin çok öncelere dayandığını keşfediyoruz. Elde olan bilgilere göre Babil ve Eski Mısır hukukunda vakfa benzer kurumlar mevcut. Fakat bunların mahiyeti genelde kralın belirlediği yerler ve hükümlerdir. Amaç ise Tanrı’ya yakınlaşmaktır. Yani rahiplere verilen bu vakıflar genelde kendi tanrılarına sunma amaçlıdır.
İslamiyetin Yayılmasında Vakıf Medeniyeti’nin Önemi
İslam medeniyetinde vakıf mevzusunun bu kadar gelişmesinin en büyük sebebi Peygamber Efendimizin bizzat kendi kurduğu vakıftandır. Medine’de kendisine ait olan hurma bahçesini vakfedip gelirini de İslam’ın acil ihtiyaçları için kullanması örnek olmuştur. “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün ameller kapanır ancak; sadaka-i cariye, ilmi bir eser, hayırlı bir evlat bırakanın amel defteri kapanmaz.” Demiş ve böylece insanlara vakıf yolu açılmıştır.
Peygamberimizin ardından İslam topraklarında vakıf önemli bir kurum haline gelmiştir. Anadolu’da Selçuklu’nun izinden giden Osmanlı da tıpkı kendinden evvelki gibi vakfa önem vermiş ve sayıyı arttırmıştır.Daha beylik yeni yeni kurulurken, Orhan Bey zamanında İznik’te yapılan medrese için, Orhan Bey bizzat kendi malvarlığından medreseye vakfetmiştir. Hatta Bursa’da bir zaviyenin vakfiyesinde şu satırlar yer almaktadır;
“Cami ve zaviyenin tamiri için bazı köyler, han, hamam, dükkân, değirmen, bağ ve bostanlar vakfolmuştur. Fasık kimseler müstesna, mütevellinin müsaadesi olmadıkça, üç günden fazla kalmamak üzere gelen misafirler kabul edilmek ve yine üç günden fazla kalmamak isteyenlere rencide olmamaları için, vakıfın şartı söylenerek fazla kalmalarına müsamaha olunmaması şartı konulmuştur.”
Vakıfların sayısı epeydir.Hepsini anlatmak mümkün olmadığından, gelin birkaçını inceleyip bu ince fikrin şahidi olalım.
Yıldırım Bayezıd’ın Bursa’da yaptırdığı Dar’ul Hayr, hastane, tekke iki medrese ve cami bulunmaktadır. Bütün bu kurumların ihtiyacını giderebilecek genişlikte vakıfları da tayin etmeyi ihmal etmedi.Fatih, zaptettiği ülkelerde ve bilhassa İstanbul’da, ümeraya, askere ve devlet adamlarına ganimet hissesini dağıttıktan sonra, kendisine isabet eden emlaktan hiçbirini almayarak hepsini vakfetmek suretiyle millete mal etmiştir.
İki veya üç göz evi bulunan yaşlı ve kimsesiz bir kadın bile evinin bir veya iki odasını vakfeder. Nitekim Ortaköy’de üç oda evi olan Hakime Hanım’ın vakfı bize bu konuda ne kadar ileriye gidildiğini göstermektedir. Yüzlerce kadın geliri azalmış bir vakıf kurumuna ufak da olsa bir gelir kaynağı sağlamak için evlerini, meyveli bahçelerini, tarla ve ziynet eşyası gibi mal varlıklarını bağışlamışlardır.
Tarihi bir belgede geçen şu ifade ne kadar da güzel anlatır durumu;
“Osmanlı Devleti sınırları içinde vakıflar sayesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf beşikte büyür, vakıf beşikte uyur, vakıf mallarından yer ve içer, vakıf kitaplarından okur, vakıf bir medresede hocalık yapar, vakıf idaresinden ücretini alır. Öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülürdü.”
Vakıf sistemi hem Osmanlılar’ın iskan siyasetini kolaylaştırıyor, hem de fethedilen yerlerde İslam’ın yayılmasını sağlıyordu. Bu çok mühimdir. Gittiği hiçbir yerde sömürgecilik yapmayan bir imparatorluk, halkı kendine bağlamak için halkına hayırla bağlanıyor, sömürmekten değil hizmetten yana politika sergiliyordu.
Peki hangi durumlarda hizmet için vakıflar kurulduğunu hiç düşünmüş müydünüz? O kadar teferruatlı bir liste karşılıyor ki size. En mühimlerini söyleyecek olursak; fakirlere, dullara, öksüzlere, borçlulara para yardımı yapmak, öğrencilere elbise ve yemek vermek, evlenecek genç kızlara çeyiz hazırlamak gibi her günün ihtiyaçları yanı sıra efendileri azarlamasın diye kase ve bardak gibi kapkacak kıran hizmetçilere verilmek üzere para vakfı yapan hayır severler… Yalnızca bunlar değil elbette. Divitinde mürekkep kalmayanların divitlerine mürekkep koymaları için kurulan mürekkep vakfı, mumu tükenen öğrencilere mum temin etmek için kurulan vakıflar bulunmaktaydı. Halka meyve ve sebze verilmesi çalışamayacak derecede yaşlanan kayıkçı ve hamalların bakımı için vakıf tesis edilmesi, çocukların emzirilmesi gayesiyle kurulan vakıflar, şehirlerdeki yol ve sokakların temiz tutulması için arkalarında kül olduğu halde caddedeki tükürük ve balgam gibi insanı tiksindiren şeylerin üzerini kapatmak gayesiyle dolaşanlar, oyuncağı bulunmadığı için arkadaşlarıyla oynayamayan çocuklara oyuncak alınmasıyla ilgili vakıfları tesis edip meydana getiren hayırseverlerin yaptıkları bu kadar da değildir. Selçuk Hatun gibi bıraktığı vakıf bahçe ve tarlaya her yıl muhtelif cinsten yüz meyve ağacının dikilmesini şart koşanlar da vardı. Yeni Camii’de duran leylekler için yılda yüz kuruş yem parası vakfedilmiştir. Beykoz’daki tekke de çalışan esirlerin (köle ve cariye) münasipleriyle evlendirilmesi şart koşulmuştur. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Osmanlı dünyasında vakıfların yardım elini uzatmadığı bir saha bulmak mümkün değildir.
Bu hassasiyet bu teferruat şimdilerde aile içinde dahi yoktur. Günümüzde kardeşin kardeşe yapmadığını, yalnızca din kardeşliği adına, vakıf kat kat yabancılara yapıyordu.Diğer hassas kurumlardan birisi ise zaviyelerdir. Kelime anlamı toplamak iken, yaşamda herhangi bir tarikata mensup dervişlerin, bir şeyhin idaresinde topluca yaşayıp, gelip geçen yolculara bedâva yiyecek, içecek ve yatacak yer sağlayan, yerleşme merkezlerinde veya yol üzerindeki bina ya da binalara verilen isim olmuştur. 15.asırdan itibaren şehir, kasaba ve köylerdeki küçük tekkelerle, geçit, derbend ve yol üzerinde bulunan misafirhaneler için de zaviye kelimesi kullanılmaya başlamıştır.
Bu zaviyelerdeki dervişlerin yetiştiği yere ise tekke denilmekteydi. Tasavvuf düşüncesi işlenir, eğitimi verilirdi. Bu tekke ve zaviyeler Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli rol oynamıştır.Elbette ki sadece Türkleşmesinde değil İslamlaşmasını da sağlamışlardır. Bu tekke ve zaviyeler propaganda ya da misyonerlikle değil bizzat yaşayarak ve karşılık beklemeden hizmet ederek insanlara güzel ahlakı İslam’ı anlatmıştır. Anadolunun her tarafında Dedeköy, Erenköy, Tekkeköy, Tekkedere, Tekkekaryesi, Tekkeviran gibi yüzlerce köy ismi, birçok yerin şeyh tarafından kurulduğunu veya tekkenin o civarda güçlü ve tesirli bir kuruluş olduğunu gösterir. Tekke ve zaviyeler, o devrin mektebidir, hastanesidir, moral kaynağıdır, dinlenme kampıdır, edebiyat ve fikir ocağıdır.
Yerleşim olarak sarp iki dağın arasına yol kesicilerin eşkıyaların olabileceği yerlere kuruluyorlardı. Böylelikle asayiş de sağlanmış oluyordu. Misal Giresun’daki Hacı Abdullah Halife Zaviyesi Vakfı dağlık iki vadi arasında kurulmuştur.Devlet, tekkeyi kuracak olan zâta küçük bir toprak verirdi. Şeyh ve çevresindeki dervişler bu toprağı eker, işler tekkenin geçimini sağlarlardı. Yani devletten aylık akçe alımı yoktu. Yanlış lanse edilen, ehli keyf şeyh görüntüsü bu zâtların ve tekke anlayışının çok uzağındadır.
Haydi gelin ve mescid, türbe ve misafirhaneden oluşan bu tekkelerin toplumda yapmış oldukları faaliyetleri sıralayalım ve bu muhteşem imece kurumunu yakından tanıyalım.İlk kuruluş yıllarında tekkeler şeyhlerin belirlediği alanlara kurulurdu. Böylece insanların maneviyat ihtiyacına göre yer belirlenmiş olur, Kuran tavsiyesi hikmet ve güzel sözle dine davet etmiş oluyorlardı.
Sarp yerlere kurulmalarıyla eşkıyanın düşmanın önüne geçiliyor, kervanlara yağmurlu günlerde sığınak oluyorlardı.
Çok geniş coğrafi sınırlara sahip olan Osmanlı Devleti, uzaklık sebebiyle otoritesini kaybedebiliyor ve isyanlar çıkabiliyordu. İşte bu isyanlarda halkın galeyana gelmesini engelleyen, onları dağılmaya değil bir olmaya davet eden bu muhterem tekke insanlarıydı. Ayrıca Osmanlı zabıta despotluğu koymak yerine, isyan çıkan bölgede tekke açılmasını sağlıyordu.Avrupa’nın 18.yy sonuna kadar, içine şeytan girmiş denilerek yakılan meczupların, ruh ve sinir hastalarının tedavisi, Osmanlı’da bu tekke ve zaviyelerde yapılıyordu. Tedavi sürecinde dua, sevgi ve ilginin yanı sıra mûsıkî de uygulanıyordu.
Görülüyor ki her konuda zirveye ulaşan Selçuklu ve Osmanlı Devletleri, hakikaten Çanakkale’deki ayağında çarık, üzerinde yamalı elbiseyle yarı aç cephede canını veren asker arasında sıkı bir bağ vardır. Kardeşlik, birlik, vatan ve millet duygularını en güzel şekilde almış olan, zabıtalarla değil dervişlerle terbiye olan halk, gün gelir en zor koşulda öğrendiğini hayata geçirmesini de bili.
Yavuz Sultan Selim’in Hocası Giresun’lu Hacı Abdullah Halife
Bu anlattıklarımızdan sonra sizlere dağların sisi ardında kurulmuş bir maneviyat mihengiyle karşılıyoruz. Anadolu’nun sarp dağlarından olan, bugünkü Giresun sınırları içerisinde bulunan Hacı Apdullah Halife Tekkesi… Adını aldığı zât gibi gizemli, biraz unutuşmuş ama hâlâ ayakta olan bir dünya…
Yavuz Sultan Selim zamanında Gülbahar Hatun adına vakfedilmiş ve Karadeniz Bölgesinin Müslümanlaşma ve Türkleşme hususundaki en büyük katkıları sağlamış olan zirve bir vakıftır burası…Hakkında çeşitli beyannameler bulunan bu vakfiye, hangi Gülbahar Hatun adına yapılmıştır, uzun tartışmalara ve araştırmalara sebep olmuştur. Son olarak adına vakıf tahsis edilen kişinin Yavuz Sultan Selim’in annesi, Kanuni Sultan Süleyman’ın babaannesi, II. Bayezıd’ın eşi olan Ayşe Gülbahar Hatun olduğu anlaşılmıştır.
Dulkadiroğlu Alaüddevle Bozkurt Bey’in kızı Ayşe Gülbahar Hatun 1467 yılından sonra II. Bayezıd ile evlenmiştir. Böylelikle hem bir yuva kurulmuş hem de Dulkadiroğulları ile sıkı bir bağ kurulmuştur. Gülbahar Hatun, Şehzade Selimi 1470 yılında dünyaya getirmiş ve 1505 yılında gözlerini bu fani dünyada ebede kadar kapamıştır. Dünya örnek bir hanımı, cömertlik ve hayır abidesi bir insanı toprağın altına yolcu etmiştir… Türbesini ise vefâkâr evladı Yavuz Sultan Selim, bugünkü Trabzon’da Gülbahar Hatun Mahallesinde yaptırmıştır.
Bu yüce şahsiyet, kendisine tahsis edilen aylık maaşı mücevherlere, türlü kumaşlara değil, fakir fukaranın ihtiyaçlarına sunmuştu. Her hayrın ardında gizlenen isim olmayı kendisine bir görev biliyordu… Fatih devrinde Trabzon fethedilince, buradaki tüm vakıflar devlet korumasına alınmıştı ve bu vakıfların yönetimini Gülbahar Hatun üstlenmişti.
Gülbahar Hatun vakfına bağlı bir camii, mektep, darülkurra, zaviye, fırın, aşhane, şadırvan, medrese, imaret ve türbeden oluşan külliyenin varlığı tarihi kayıtlarda geçmektedir.Gülbahar Hatun’un adına kurulan vakıflardan birisi Hacı Abdullah Halife Vakfı’dır. Aynı zamanda tekke ve zaviyeleri de vardır.
Hacı Abdullah Halfe kimdir?
Halkın rivayet ettiği bazı bilgileri söyleyerek Hacı Abdullah Halife ile hemhâl olalım. Hacı Abdullah Halifenin ceddi Şebinkarahisar-Alucra taraflarından Çakrak yaylası üzerinden bu bölgeye gelmiş, bir nevi Uç bölgesi Ahi dervişleri olduğu tahmin ediliyor. Hacı Abdullah Halifenin asıl adı Abdullah olup babasının adı Kasım Halifedir. Elimizde ne yazık ki çok bilgi yok. Genelde halkın kulaktan kulağa aktarılmış bilgileri konuşuluyor. Bunların arasında Hacı Abdullah Halife’nin kerametleri oldukça büyük bir yer kaplıyor. Anlatılan rivayetlerden en göze çarpanı ise Yavuz Sultan Selim’in hocalığı mevzuunda olandır. Yavuz Sultan Selim Han Trabzon’da 1489-1512 yılları arasında valilik yapmıştır. Hacı Abdullah Halife Tekkeköy ile Tuğlacık köyündeki zaviyeyi kurup yerleştikten sonra Yavuz Sultan Selim’in hocalığını yapmaya, ona ders vermeye başlamıştır. Dolayısıyla Hacı Abdullah Halife her sabah Tekke Köyden Trabzon’a Selim Han’a ders vermeye gitmekte ve her akşam köye geri dönmektedir. Köy’e dönerken yanına almış olduğu ekmek, Tekke Köyüne vardığında hala sıcaklığını muhafaza etmekte imiş.
Yavuz Sultan Selime hocalık yapmış olan, hem bâtınî hem zâhirî ilimleri sultana nakşetmiş olan mübarek Hacı Abdullah Halife her vakit talebelerinin de yardımına koşmuştur. Hacı Abdullah Halifenin kurmuş olduğu zaviyeye çevre köylerden okumak için her yaştan talebe gelirmiş. Bu gelen talebelerin arasında Kepeç Köyünden 6 kişi sabah akşam Tekke köyüne gelirlermiş. Yalnız Kepeç köyü ile Tekke köyü arasında büyük bir dağ olup, her iki köyün uzaklığı yaklaşık olarak 12-14 km bir mesafe vardır. Bu mesafeyi yürümek, üstelik kaybolmadan yürümek epey zor bir iş. Yazları serin, kışları pek sert geçer. Kışlardan birinde çok kar yağar. Dağlar geçit vermez olur. Hocanın çevre köylerden gelmekte olan bir çok talebesi kapanan yolları aşıp, derse gelemezler. Hacı Halife talebelerinin derse gelebilmesi için onlara geyik suretinde gözükür. Hacı Abdullah Halife geyik suretinde önden koşarak ilerler, talebeleri arkada onu yakalamak için koşmaya devam eder. Bugün Elmabelen Köyün’de bulunan “Ok Meydanı” diye anılan oldukça uzak bir mevkiye kadar koşarak gelirler. Talebeleri geyiğin aslında hocaları olduğunu anlamadan ona ok atarlar. Hacı Abdullah Halife almış olduğu ok darbelerine aldırmayıp, Tekke köyündeki Cami’nin olduğu yere kadar olan karla kaplı yolu açar, tekkeye varır. Tekke köyüne gelen talebelerine “Neden geç kaldınız ?” diye sorar. Talebelerde yolun karla kapandığı için yolda mahsur kaldıklarını, karşılarına çıkan bir geyiği avlamak için peşine düştüklerini anlatırlar. Bu takip sonunda da köye ulaştıklarını söyleyince Hacı Abdullah Halife “Herkes okunu tanıyıp alsın” der. Böylece Hacı Abdullah Halifenin keramet sahibi, bir Allah dostu zat olduğu talebeleri ve köylüler tarafından bir kere daha farkedilmiş olur.
Yakın zamanda yaşandığı rivayet edilen olay ise çok daha dikkat çekicidir. Olayı yaşayan ve nakleden Tekke Köyü sakini Şükrü Kaya’dır. Çocukluk yıllarında, tahmini olarak on yaşındayken mezarlıklarda saklambaç oynayan Şükrü Kaya ve arkadaşları, yine bir gün oyun sırasında saklanmışlar. Şükrü Kaya saklanacak yer olarak Hacı Abdullah Halife’nin türbesini seçmiş ve sandukanın örtüsünün altına gizlenmiş. Arkadaşları onu bulamayınca daha keyiflenip biraz daha kalmak istemiş. Pek tabii orada uyuyakalmış. Akşama kadar bulunamayınca ailesi arkadaşları onu bulmak için seferber olmuşlar. O sırada Şükrü Kaya’nın yanında nurdan parıldayan, uzun boylu, sarışın, uzun sarıca sakallı, hafif yuvarlak kafalı, yeşil sarıklı cübbeli bir zat zuhur etmiş. Bu zâtın Hacı Abdulllah Halife olduğuna inanılıyor. Bu zât Şükrü Kaya’nın yanına gelmiş, kolundan yavaşça tutup ‘Korkma sakın’ diyerek onu kaldırmış. Onu mezarlığın sonundaki tarlaya bırakmış ve ‘bir daha burada oynamayın evimi kirletiyorsunuz’ deyip ortadan kaybolmuş.
Bunlar rivayetlerden birkaçıdır. Ki bu rivayetlerin sayısı çok daha fazladır. Bu anlatılanların doğruluk payı elbetteki bilinemez. Ama şu da unutulmamalı ki ateş olmayan yerden duman tütmeyecektir.İşte bu zatın varlığının bulunduğu vakıf ve vakfiyesi günümüzde hâlâ manevi havasını korumaktadır. Vakfın amacını, kurallarını ve hizmetlerini anlatan vakfiye belgesi buranın tarihine ışık tutmaktadır.Vakfiye, dövülmüş kâğıt üzerine kırmızı ve siyah mürekkeple yaklaşık iki metre uzunluğunda ve yarım metre eninde bir kâğıda yazılmıştır. Bu kadar uzun olmasının sebebi günümüzdeki gibi kitap şeklinde değil bir ferman şeklinde muhafaza edilmesinden kaynaklanmaktadır.
Yazı şekli sülüs, ta‘lik ve tevki’dir. Kağıdın üzerinde çeşitli süslemeler, ayetler, nakışlar bir ahenk içinde varolmuştur.Vakfiye yukarıdan aşağıya doğru Besmele Levhası, Şükür ve salavat Levhası, Kanuni Sultan Süleyman’ın Tuğrası, Anadolu Kazaskeri Mehmed Rumi Bey’in Haşiyesi,Vakfiyenin esas kısmı ve şahitler kısmı olarak sıralanmıştır.
Vakfiyenin esas kısmındaki metin gerçekten ayrı bir güzellik taşır. Resmi soğuk bir ifadeden ziyade, tıpkı tekke gibi insana huzur veren satırlar vardır. Metni aynen okuyoruz ve nasıl hem edebî hem de kanun çerçevesinde bir metin yazılır, şahit oluyoruz;“Bundan sonra yani besmele, hamdele ve salveleyi zikrettikten sonra biline ki gerçek, sarih ve şer’i olan bu vakfiye en büyük sultan, hakanların en büyüğü, bütün ümmetlerin yönetiminin tek yetkilisi, Anadolu ve Acem diyarının sultanı, parlak saltanat dizginlerini kavrayan, ışıklı halifelik dizginlerini elinde tutan , nice büyük olanlara galip gelerek burunlarını yere sürten, büyük sultanların güzel huylarına, meziyetlerine sahip , yüksek imamlık verasetini taşıyan, kendisine itaat eden iyi şehir ve beldeleri ihsana boğan, kendisine karşı çıkan fitnecileri kahreden , yalancıları ince ve keskin bir bakışla kahreden , doğuların sultanı, batıların hakanı, bütün buraların enine ve boyuna hâkimi, yeryüzündeki bütün mazlumların sığınağı olan Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Sultan oğlu sultan olan Rahman olan Allah onun itibar ve makamını devam ettirsin, kıyamet gününe kadar şevketini sürdürsün, Allah Teala onun saltanatını dâim kılsın onun adalet ve ihsanı alabildiğine çevreye yayılsın.
Sultan Süleyman Han’ın ninesinin tekkesiyle ilgili olup, ilahi mağfirete nail olan, ğafur ve mağfur olan Allah’ın(cc.) rahmetine nail olmuş bulunan babası Sultan Selim Hân kendisine arz eylediği üzere Âzim olan Allah’ın sevabını isteyerek ve “ O gün ki ne mal ne evlâd fayda verir, ancak iyi bir yürekle Allah’a yönelmek fayda verir.” olarak nitelenen günde, o günün sahibi ve maliki olan Allah’ın elemli cezasından kaçınarak ve sadık bir niyet ile Trabzon Sancağındaki Kürtün Kazası’nın Yağlıdere nâhiyesine bağlı olup yerinin belirli olmasından ötürü sınırları ile niteliklerinin açıklanmasına gerek olmayan bir bölgede rahmetli Hacı Halife’nin yaptırmış olduğu zaviyeyi şer’i olarak “vakf”, geçerli olarak “habs” ve gönül rızası ile sadaka edip keyfiyeti açık bir dille ikrar, sarih bir ifade ile takrir ve bu vakfı rızaen kabul ve burada yazılı olan şekilde iki yönden sahih ve iki yönden şer’i olarak ve yazılı rivayetler dairesinde (Osmanlı) Sultanlarının vakıf kanununa göre, onun tarafından benimsenmiş bulunmaktadır.
Orada, gelip gidenlere yemek yedirilecek; büyüklere, küçüklere ve çevreye aynı derecede itibar ve riayet gösterilecektir. Gerek doğu’da ve gerekse de batı’da buna ters durumlar içine girilmeyecektir.
…Sultan olsun, vezir olsun; kadı olsun; emir olsun; emir alan olsun; rütbeli olsun rütbesiz olsun; saraylı olsun; tımar erbabından olsun. Ve bunlardan başka iyi adam olsun, kötü adam olsun; hiçbir kimsenin başkalaştırmak, değiştirmek, bozmak veya çalışmaktan alıkoymak veya bunlara benzer beğenilmeyecek herhangi bir işlemle herhangi bir şekil veya sebep altında vakfa müdahalesi caiz olmayıp, her kim ortadan kaldırmak veya zarar verme suretiyle vakfa müdahale ederse Yüce Allah, Ceza Günü’nde onu affetmez ve çeşit çeşit büyük azaplarla onu cezalandırır. Bundan dolayı, aklı başında bir kimse bu davranışa nasıl girer? O ki, Alemlerin Rabbi’nin sözünü işitmemiş olamaz “ Allah’ın la’neti zalimler üzerine değil midir? ”
Hud Suresi’yle biten bu metin, hangi kurum olursa olsun günümüzde dahi ka’le alınması gereken düşünceler içeriyor. Bir hayra vesile olan çeşmeleri söken, hanları hamamları çürümeye terk eden külliyelerin odalarını örümcek ağlarına teslim eden bir milletin aldığı kötü duaları görmezden gelemeyiz. Hayırdan hayra koşan ecdadın hayratlara zulmeden torunları olmamız yürek kanatır. Bu sebeple şu metin dahi belki bir umut belki bir uyarı olmaya muktedirdir. Sürekli kendimizi aciz gören, görmemizi isteyen bir takım kişilere inat kendi değerimizin farkına varmalıyız…
Metnin devamında son olarak şahitler kısmı gelir ki, burada dönem sadrazamının ikinci, üçüncü ve dördüncü vezirin mühürleri bulunuyor.Bize ulaşan bilgilerden en sağlam ve açık olanlardan biri ise tahrir defterleridir.Tahrir kelime olarak yazmak anlamına gelir.Osmanlı Devleti’nde her türlü bilgi kayıt altına alınmıştır.
Ve lüzum görüldükçe nüfus ve arazi tahrirleri yapılmıştır. Bir bölgede uzun süre devam eden kuraklık veya su baskınları, yahut başka bir afet sonucu bozulan tarım düzenin ve vergi verenlerin durumunu tespit için yeniden tahrir yapılabilmektedir. Yine bir bölgede âsâyiş, eşkıya hareketleri veya harpler dolayısı ile kayıtlı oldukları yerleri terk etmiş ise bu gibi yerlerde veya halkın yeni yerleştikleri yerlerde tahrire tabi tutulmaktadır. Toprak sahipleri arasındaki ihtilafların çoğalması ve halkın vergilerin adaletsizliğinden fazlaca şikayetçi olması da tahrir yapılmasına sebep olabiliyordu. Ayrıca bir nesil değişme süresi olan 30 senede bir tahrirlerin tekrarlanması kanundu. Nüfus kaydını müteakip vergiye tâbi her ne var ise, isimleri ve vergi tutarları da gösterilerek kaydedilmekteydi.Tüm bunlar sebebiyle Hacı Abdullah Halife Zaviyesi’nin gelir kaydı ve toprak miktarı belgelerde bulunmakta.
İkinci Bayezid zamanında tutulmuş bir kayıtta, Kasım Halife Vakfı anılır ve yerinin Ahiçukuru Köyü olduğu belirtilir. Bu demek oluyor ki o tarihlerde Kasım Halife hâlâ hayattaydı. Buradaki köyün Ahiçukuru olmasının sebebi ise, köye ilk yerleşenlerin ‘ahi’ olduğunu gösteriyor. Kelime manasında kardeşim demek olan ahilik, Osmanlı’da büyük bir yardımlaşma kurumuydu.
Kayıt edilen diğer bir köy ise Hisarcık Köyü’dür.Köyde toplam 16 hane olup, 1 kişi Mücerred yani babasının evinde yaşayıp kendisine toprak tahsis edilmeyen bekar erkek, 2 kişi bennâk yani yarım çiftlikten daha az toprağı olan evli erkek, 5 kişi muâf, 2 kişi de atlı asker olarak yazılmışlardır. Köyün vergi hasılatı ise toplam 456 akçedir.
Diğer tahrir defterine Osmanlı Arşivi’nden ulaşıyoruz.Kızıllar köyü vakfa gelir sağlayan diğer bir köydür. Tüm geliri Eşter Bey Camii’sine vakfedilmiştir. Bu belgenin önemli bir yanı Hacı Abdullah Halife’nin oğulları hakkında bilgi vermesidir. . Mevlâna Hamza, Nurullah, Lütfullah, Kasım Mustafa isimli 5 oğlu bulunmaktaymış.Aynı belgede Harava köyünden de bahseder. Burası da gelirini vakfetmiştir. Toplamda Harava, Hisarcık ve Ahiçukuru şeklinde üç köyden bahsedilir. Her her üç köyün yıllık vergi hasılatı 2426 akçedir.
1554 yılındaki toplu tahrir defterindeki bilgiler çok daha aydınlatıcıdır. O tarihte Yağlıdere Nahiyesine bağlı olan Ahi Çukuru köyünde hizmet veren Hacı Abdullah Halife Zaviyesinin başında kimin bulunduğu ve köyde bulunan hane sahiplerinin adları ve sosyal durumları ortaya konmaktadır. Annlaşıldığı kadarıyla Hacı Abdullah Halifenin oğulları Muharrem Şeyh, Nurullah Şeyh, Mazhar ve Münevver adı ile yazılmış olan kişilerdir. Bu tarihte Muharrem’in oğullarından olan ve amcasının adını taşıyan Nurullah zâviyede şeyhlik yapmaktadır.
Elimizdeki bilgi kaynaklarından biri de salnamelerdir. Bunlar dönemde yaşanmış mühim olayları kayıt altına almış defterlerdir. Mühim insanların doğumu, ölümü, tabii afetler gibi meseleler kayıt altına alınırdı. Şarlken okuma bilmez iken ve Fatih o sırada 7 dil bilirken, yazmaktan habersiz batı halkına karşılık, her şeyi kayıt altında tutan halkımız var idi. Bunlar unutulmaması gereken gerçeklerdir.
Miladi 1873 tarihli salnâmede Hacı Abdullah Halife’nin vefatından bahseder. Metni size aynen okuyoruz. “Tirebolu kasabasına on iki saat mesafede Tekye karyesinde Şeyh Hacı Abdullah Halife Hazretleri medfun ve vefâtı dokuz yüz elli senesi olup hayatında iskan eylemiş olduğu hanesi el’an müceddet inşa olunmuş gibi mevcuttur.”
Şimdi gelin ve bu zaviyenin on sekiz ile yirminci yüzyıllardaki durumunu inceleyelim
Öncelikle konuşmamız gereken konu bu yüzyıllarda Osmanlı topraklarında bulunan tarikatlerdir. Tarikat kelime manasıyla yol demektir. Allah’a ulaşma yolları çok çeşitlidir. Kimi insan vardır ki ilimle Allah’a ulaşır. Kimisi ibadetle yükselir kimisi aşkla hayır hasenatla yükselir. İşte ayrı ayrı fıtratlara hitap eden bu yollara tarikat denir. Anadolu’da tasavvuf düşüncesi çok yaygındı. Bunun yanında “Halvetîlik, “Nakşibendlik”, “Mevlevîlik”, “Kadîrilik”, “Celvetîlik”, “Bektaşîlik”, “Bayramilik”, “Sadîlik”, “Rifaîlik” ve “Bedevîlik”in faliyet göstermiştir. Bunlardan en etkini Halvetîliktir.
Padişahların da tasavvufa her daim ilgisi olmuştur. Bazıları şeyhe intisab dahi etmiştir. Bu durum bazen iyi sonuçlara sebep olurken bazen de şeyhin kendi menfaatine yönelmiş de olabiliyor. Ne yazık ki her dönemde taşıdığı ilmi yanlış değerlendiren insan olmuştur ve olacaktır. Bundan dolayı yahut yanlış anlaşılmalar sonucu sürgün, bu dönemde çokça yaşanmıştır.
Duraklama Devrine rast gelmiş olan onsekiz ve yirminci yüzyıl arası, çok sayıda padişah değişimine şahit olmuştur. Normalde bir padişah ömrü vefa ederse en az yirmi yıl hüküm sürmüşken, duraklama ve çöküş devrinde sayı çok fazladır. Misal sadece 17.yüzyılda 9 padişah, 62 sadrazam değişikli olmuştur. Sadrazamlığı 4 saat süren bile bulunmakta. İşte bu bir imparatorluk için büyük bir sancıdır. Sonuç itibariyle on sekizinci yüzyılda şu padişahlar hükümdarlık yapmıştır; Sultan III.Ahmed, Sultan I.Mahmud, Sultan III.Osman, Sultan III.Mustafa, Sultan I.Abdülhamid ve Sultan III.Selim.
Şimdi tekrardan zaviyeye dönecek olursak 1721 yılında tutulmuş bir kayıtta, bu çalkantılara rağmen vakfın hizmetine hâlâ devam ettiği yazılıyor. Yani halk durumdan etkilenmişe benzemiyor.18.yüzyıla ait olan bu belgelerde küçük bir ayrıntı dikkat çekmektedir. 1721 yılında Yağlıdere Nahiyesi Tirebolu Kazası kapsamındadır. Ancak bu tarihten 4 yıl sonraya ait olan bir başka beratta buralar yeniden Kürtün’e tâbi kaydedilmiştir. Bağlı bulunduğu alanlarda değişiklikler olmuştur.20.yüzyıla dair 5. Mehmet (Reşat) imzalı bir belge bulunmaktadır. Bu belgenin tarihi 23 Nisan 1913’tür. Bu belgede konu vakfa ait malların mirasçılar arasında nasıl taksim edileceğidir. Ne yazık ki Gülbahar Hatun zamanındaki gibi yalnızca hizmetten söz eden bir zaviye değil, mirasçılar arasında bölüşülmesi gereken bir malzeme olarak görülmüştür. Bu üzücü bir durumdur. Zaten paraya itimat edilen yerde ne iman kalır ne de değer mefhumu….
Günümüze kalan yahut kalmayan bu vakfa ait imaretler vardır. Köprüler, insanların dinlemesi için yapılan inşaalar, güvenliği sağlamak için kurulmuş yollar gibi insanların tahribatından kurtulup günümüze ulaşan eserler nasıl bir insan merkezli vakıf olduğunun en somut kanıtıdır.Bu imaret hizmetinin yanında kültürel olarak ve inanç açısından da hizmetleri büyüktür. Medresede verilen ilimler hem manevi yönden bir sağlamlık hem de vicdani gelişimde büyük katkıdır. Düşününki son Peygamber’in ümmeti olaraktan, uzağında hasretle kalınan bir İslam mevcutken, böyle kurumlar, o aşkı taze tutmaya çalışıyor. Bu ne güzel bir halattır ki, özlenilen İslam’ı vadediyor. İşte bu kuruluşlar sayesinde Anadolu’da insanların inançları ve vicdanları parlaklığını kaybetmemiştir.
Fakat bu vakfın görüşünün ne olduğu tam olarak keşfedilememiştir. Ama öngörüler vardır. Bu vakfın Ahiçukuru köyüne kurulması ve buraya ahi denmesinin tesadüf olması mümkün değildir. Bu nedenle ahilik anlayışında bir yol izlediği düşünülüyor.Velhasıl yapılan imaretlerle bize kendini hatırlatan bu vakıf, kendimizi sorgulamamıza vesile oluyor. Acaba biz ne kadar düşünüyoruz başkalarını?
Bugün hâlâ hizmet veren miraslardan ilki camiidir. Camii, kare bir plana sahip olup sonradan ilave edilmiş olan minareden oluşmaktadır. Duvarlar kalın taşlarla örülmüştür. Toplamda dokuz penceresi bulunur. Tekke Köyünde yapılan incelemelerle şu bilgiye rastlanır. Cemaat yeri bundan yaklaşık 150–170 sene önce camiinin eğimli arazide olması, bölgede fazla yağış sebebiyle sel sularının camiye dolması ve Camii’nin yörenin adeta merkezi olması sebebiyle artan cemaatin ihtiyacına yetmemesi üzerine yapılmıştır. Devrinin uslübu olan ahşap caminin içinde kullanılmıştır. Kapının küçük olması, insanın girerken eğilmesine sebep oluyor. Bu ‘mağrur olma, senden büyük Allah var’ dercesine bir mimari tebliği olarak canlanıyor…
Cami hâlâ has halini koruyor. Bu dayanıklılığın sebeblerinden birisi inşaasında yumurta akı ve kök boyası kullanılmasıdır. Caminin duvarları çiçekler, tuba ağacı tasvirleri, kandil, ağaç ve servi tasvirleriyle süslenmiştir. Bu resimler öyle anlaşılmaktadır ki Hacı Abdullah Halife döneminde değil daha sonraki dönemlerde, muhtemelen 19. yüzyılda yapılmıştır.Muslihıddin Camisi de Hacı Abdullah Halife Zaviyesi’ne ait olup oldukça ehem taşımaktadır. İçerisindeki şamdanlar, çeşit çeşit boydadır. Ve aydınlıklarıyla, eski günleri yeniden aydınlatmaktadırlar.
Hacı Abdullah Halife Hanesi ise bir dergâhtır. Burada hem hizmet edilir hem de ilim tahsili yapılırdı. İçerisinde günümüze ulaşmış, Zaviye’ye “Zaviye-Ocak” ismini veren ocak vardır. Zaviye’nin içinde Hacı Abdullah Halife’ye ait olduğu düşünülen 2 adet asa, seccade vb. tarikat eşyalarını görebilirsiniz.Hacı Abdullah Halife İmarethanesi ayrı bir güzelliktir. Biliriz ki imarethane ihtiyaç sahiplerine yiyecek içecek dağıtılan yerdir. Türk-İslam kültüründe çok eski zamanlardan günümüze kadar gelmiş olan bir hizmettir. Zira ‘komşusu aç iken tok yatan bizden değildir’ hadis-i şerif’ine uyabilmek için bunu adeta sistem haline getiren ecdatlarımızdır. Bu müesseseyi ilk kuran ise Osmanlılarda Orhan Bey’dir. Orhan Gazi, İznik’in Yenişehir kapısında yaptırdığı bu ilk imâretin açılış merasiminde bizzat kendisi hizmet etmiş, fakirlere çorba dağıtmış, akşam olunca da imâretin kandillerini bizzat kendisi yakmıştır. Roma’ya meydan okuyan bu mübarek, yeri geldiğinde Allah’ın hakkı için boyun bükmüş hizmet etmiştir. Zaten yüksek medeniyetler insana fayda prensibiyle oluşur.
İlerleyen zamanlarda imarethaneler o kadar gelişmiştir ki, günde otuz bin kişiye aş dağıtır olmuşlardır. Bu rakamı günümüz nüfusuyla değil, o günkü nüfusla düşünürsek bu muhteşem bir rakamdır.Bu imarethanede ise her odada ısınma ve pişirme amaçlı kullanılan birer ocaklık ve bu ocaklığın yanında yer alan iki dolapçık vardır. Ahşabın bol kullanılmasından, duvar düzeylerinin çoğunlukla raflarla kaplanmış olmasından misafirhanede hem bir sadelik hem de içten, sıcak bir huzur havası vermiştir. İmarethanenin hizmeti 1960’lı yıllara kadar devam etmiştir. Heyhat , bugün burası kullanılmamakta, ilgili mercilerin ilgisini beklemekte, zamana ve tahribata karşı ayakta kalma mücadelesi vermektedir.Aynı zamanda bu imarethanenin geçiş noktası üzerine kurulmasıyla da adeta bir kale vazifesi görmesi sağlanmıştır. Bu asayiş açısından oldukça mühimdir.
Hacı Abdullah Halife Değirmeni
İmaretlerden biride değirmendir. Hacı Abdullah Halife Tekkeköy ile Tuğlacık köyleri arasında kalan ve bugün halk arasında “Şimşirlik mevkii” denilen o gün için suyun mevcut olmadığı yere değirmen yapmak ister.Bu durum halk arasında tuhaf karşılansa da Hacı Halife değirmeni yapıp bitirir.Hacı Abdullah Halife, bir gün değirmenin hemen yukarısında mevcut olan iki gözlü kaynak’ın olduğu yere gelir.Asasını kaldırarak üç kez yere vurur.Üçüncü vuruştan bir müddet sonra yerden su fışkırır.Hacı Halife suya niçin geciktiğini
sorar.Su da dile gelir ve şöyle cevap verir “Bağdat’tan buraya yedi dağ delerek geldim.” der. Böylece değirmen çalışmaya başlar.
Bu güzel menkıbenin bize verdiği ipuçları kaynağının ırmak değil iki gözlü bir kaynak olduğudur. Ancak değirmenin bir kerameti daha vardır. Değirmenin teknesine buğday kudretten dolmaktadır.Değirmene gelen halkın tek işi, ununu alıp gitmektir.Yalınız değirmenden yararlanmanın bir şartı vardır: Hiç kimse değirmenin teknesinin içine bakmaması gerekmektedir. Hacı Abdullah Halife bunu herkese sıkı sıkıya tembih eder.Köyden yeni bir gelin ise teknede ne olduğunu çok merak eder.Günün birinde bu merakına sabredemez ve değirmene giderek teknenin içine bakar.Birde ne görsün! Teknenin içinde büyük sarı bir yılan var.Buğdaylar bu sarı yılanın ağzından akmakta ve değirmen taşında öğütülmekte.Gelinin tekneye bakmasıyla yılan birden bire ortadan
kaybolur.Ve böylece değirmendeki sır kaybolmuş olur.Köylüler değirmenin bu sırrından bir daha istifade edemezler ve kendileri buğday ve mısırlarını götürerek unlarını elde etmektedirler. Bu rivayette de Hacı Abdullah Halife’nin kerametli bir insan olduğunu bize hatırlatır.
Değirmen ilk inşaa edildiği gibi has halini halen muhafaza ediyor. Değirmenin içinde eşya olarak kullanılan demir bloklar, ağırlığı dengeleyen taş parçaları, tahılı öğüten büyük bir değirmen taşı, ve öğütülen unu bir yerde toplayan un teknesi hala insanlara hizmet veriyor. Tıkır tıkır seslerle işleyen değirmen, sanki zikreder gibi nice dervişleri yâd ediyor…
Son olarak günümüzde var olan mimari yapı ise türbedir. Tuğlacık köyünde bir kabristanın ortasına inşaa edilmiştir. Planı kare şeklindedir. Vefatı bir tahrir defterinde “Tirebolu Kasabasına on iki saat mesafede Tekke Karye’sinde Şeyh Hacı Abdullah Halife Hazretleri metfun ve vefatı dokuz yüz elli senesi olup hayatında iskan eylemiş olduğu hanesi elan müceddet inşaa olunmuş gibi mevcuttur”. Bu bilgilerden anlıyoruz ki Hacı Abdullah Halifenin vefat tarihi kesin olarak 1543’tür.Günümüzde faal olmayan yapılar ise medrese, zaviye misafirhanesi ve fırındır.
Bu yapılardan medrese bugün yıkılmış, geriye mahzun bir parça duvar kalmıştır. Nice aşıkların ilim için harcadıkları nefesleri tutan bu medreseye gözlerimiz değmemekte…Cumhuriyet dönemine kadar hizmet veren bu imar, cumhuriyet sonrasında yetim düşmüştür.Zaviye misafirhanesi ise harabeye dönünce, halk tarafından yıkılıp, temeline ulaşılarak imamevine dönüştürülmüştür. Çeşmenin yanında varolduğunu bildiğimiz fırın ise yine günümüze ulaşamayan eserlerdendir.
Şimdi ise tüm anlattıklarımızı değerlendirmek gerekir.
Bir kişi ki Kasım Halife’nin oğlu Hacı Abdullah Halife tarafından idare edilen zaviye, vakıf,imarethane, medrese gibi kurumlar Karadeniz’in uc bölgesine kurulmuş. Buna vesile olan ise bir Hâtun ki, bizim karalamalarımızın tam zıddı yönde. Kendisine tahsis edilen maaşı fakirlere, düşkünlere ve vakıflara harcayan tevazu insanı, hayırsever bir hatun. Ardından Yavuz Sultan Selim’e hocalık yapmış, Trabzon sancağında iken ona zahiri ve batıni ilimleri nakşetmiş büyük alim Abdullah Halife…
Çeşitli kerametleriyle ve imanının parlaklığıyla Karadeniz’in Rumlaşmasını engellemiş, İslam güneşini bu topraklara yansıtmış bir Allah dostu. Alp eren sıfatıyla fetihlere katılmış bir Türk beyi, gâzi Türk dervişi… Cübbesinin toza toprağa bulanmasından geri durmamış, canını cihada sermiş bir derviş…Böyle bir zatın kurduğu zaviye ile, çevre köylerde gayri müslim bir kimsenin kalmadığı tahrir defterlerinde yazmaktadır. Düşünmeliyiz ki, dediğini yapmayan imamların halk üzerinde etkisi yoksa, yalnızca yaşadığın diyen bir derviş hangi gaflet perdesini dağıtamaz ki? …
Bilinmelidir ki, vakıf kurumuna günümüzde o kadar ihtiyaç vardır ki…
Toplumu çekirdeğinden saran bir yaprak misali , tüm ihtiyaçları en kısa yoldan cevap verebilecek bir kurumdur. Uçan kuştan yerde yürüyen karıncaya, yetiminden fakirine,talebesinden muallimine kim olursa olsun, ne olursa olsun ‘yardım maksadıysa koşturan insanlar hiç kışa sebep olur mu?
Henüz geç kalmış değiliz.
Bu müesseleri ne unuttuk ne de unutturacağız. Şanlı ecdadın bir hadisten yola çıkarak devlet felsefesi yaptığı bu hizmet seferine biz de katılacağız.
Bir şamdan, bir ocak olmak için.
17 ŞUBAT 2025 TARİHLİ SOSYAL MEDYA PAYLAŞIMIM
İHA