– Biz insanlar ne tuhafız! Sergilenen resimler karşısında hayranlığımızı dile getirir, takdirlerimizi sunar, ressamlarını öğdükçe öğeriz. Meselâ bir gül resmi karşısında heyecan duyar. Ressamın fırça darbeleri, renkleri seçişindeki isabet ve ustalıkları üstüne methiyeler sıralamaktan kendimizi alamaz! O hayran hayran seyrettiğimiz resmin rassamını yere göğe koyamazken! O gülün hakikîsini dalında gördüğümüz zaman, kılımız kıpırdamaz! Mis gibi kokusunu içimize çekerken, ipek gibi yapraklarında parmaklarımızı gezdirirken, hayret ve takdir duygularımız, dumura uğramış / körleşmişcesine hiç harekete geçmez! Yaratanın her yönüyle bu eşsiz san’atı karşısında -ne hikmetse- lâl ve dilsiz oluruz! Gül resmini ressama verirken, aslının Yaratıcısı karşısında; O’nun yaratılış harikasını, heyulâ ve hayâl bir tabiata vererek geçiştiririz! Gülün resmine pahâ biçemezken, aslı karşısında dut yemiş bülbüle döneriz! Evet insan bazen, gerçekler karşısında, kendisine yakışmayan tavırlar içine girdiğinin farkında değil!
– Kaldırımlarda yürürken sık sık, ayak altında sıralanan karınca yuvalarına rastlarız! O karıncalar ki, binbir emek mahsûlü olarak ortaya koydukları yuvalarına girip çıkmakta. O minnacık bedenleriyle, kıl gibi ince el ve ayaklarıyla, taş diplerinde veya toprak üstünden oyuklar açmakta. İçerdeki toprakları dışarıya taşıyıp yuvanın etrafında toprak yığınlarından setler teşkil ederek; sanki toprak içindeki yuvalarını emniyete almış olmaktadırlar! Bu kadar emek verdikleri yuvalarının; insanların yürüdükleri yollar üstünde olduklarını bilmemekte ve düşünmemektedirler! Her an bir insanın basmasıyla yüzlercesinin ezilecekleri ve yuvalarının başlarına yıkılacağını akıl edememektedirler! Bir tarafta kesif bir çalışma azmi, yorulmak bilmeyen bir gayret! Diğer yandan her an birinin basmasıyla başlarına yıkılacak yuva ve ezilerek ölecek sayısız karıncalar! Sanki karıncalar; akıl sahibi olmamızın ne büyük bir değer taşıdığını, bizlere idrak ettirip anlamamız için, bu yoğun çaba ve gayretleri göstererek, biz insanların akılları başlarına gelsin diye, kendilerini feda ediyorlar!
– Ünlü bir yazardan, büyük bir sanatçıdan, meşhur bir siyaset adamından bir mektup, bir mesaj gelse; onu bir an önce okumak isteriz. Okuyana ve içindekilere muttali ve vakıf olana kadar geçen o birkaç dakika, bize ne kadar uzun gelir. İçindekileri ne kadar merak ederiz. Peki ya kâinatın Yaratanı, evrenin Sahibi olan Zâttan bir mektup, bir mesaj, bir duyuru gelse; ne kadar heyecanlanıp, bir an önce o mesaja muhatap olmak için, nasıl bir sabırsızlık göstermemiz gerektiği, şüphesiz her türlü izahtan vareste ve uzaktır. Eğer buna bigâne kalır, ağırdan alırsak, nasıl bir gaflet ve hiyanet içine düşeceğimiz mâlûm. Şayet böyle bir mesaja göz atmaz, kulak vermez ve anlamaya çalışmazsak; nelerden mahrum olup, nice sıkıntıların altında kalacağımızı, nasıl bir cezaya müstahak olacağımızı bir düşünelim. Nice hafakanlar altında kalacağımızı göz önüne getirelim.
– Cenneti biliyor, varlığına inanıyoruz. Çünkü insanların en doğrusu olan Hz. Muhammed “Gördüm.” diyorsa, doğrudur. İnanırız. Biz de görmüş gibi oluruz. Böylece Cennet’in varlığına olan nazarî bilgimiz şuhudîleşir. Görünür bir hâle gelir. Hakkında artık hiçbir şüpheye yer bırakmaz. Zira O, yani Hz. Peygamber “Gördüm.” diyorsa doğrudur vesselâm.
– Önce mânâ, sonra madde. Okumak mânâ, öğrendiğini yapmak maddedir. Madde, mânâdan sonra gelir. Yapmadan önce, karar almanın geldiği gibi. Evet, önce plân, program, sonra tatbik. Okumak her türlü maddî yapılaşmanın temeli ve potansiyeli. Onu gerçekleştirmek ise, onu kinetik enerjiye çevirmek, mücessem / görünür hâle getirmektir.