Allah Nebîsi’nden böyle bir okuma, daha doğrusu; gördüğünden çıkartılması gereken işarî mânayı okuması, kavraması ve gerekeni yapması istenmişti. Yoksa zâhiren Hz. Peygamber ümmî idi. Yâni âlimdi fakat -hikmet icabı- görünüşte okur-yazar değildi.
İmam-ı Rabbanî Mektubat’ında: “Hakaik-ı imaniyeden (iman ve inanç hakikatlerinden) bir mes’elenin (bir konunun) inkişafını (açılmasını keşfedilmesini ve anlaşılmasını), binler ezvak (zevklere) ve mevâcid (vecde mânevî haz hâllerine) ve kerâmâta (kerametlere) tercih ederim.” demiştir.
Yine demiştir ki: “Bütün tariklerin (tüm manevî yolların) nokta-i müntehası (bitiş ve son noktası) hakaik-i imaniyenin (iman ve inanç gerçeklerinin) vuzuh (açıklığa kavuşması) ve inkişafıdır (keşif ve farkına varılmasıdır).”
Çünkü o hakikat eskimez. Çünkü o hakikat değişmez. Çünkü o hakikat yok olmaz. Çünkü o hakikat ezelden gelir. Çünkü o hakikatin sahibi ezelî ve ebedîdir. Çünkü o hakîkat Ebedî’nin sâdık dostudur. Çünkü o hakikat O’nunla olduğu için hakikattir. O’ndan geldiği, O’na götürdüğü, O’na eriştirdiği için lezzetine doyum olmaz. Lezzetine bitim olmaz. Lezzetine son olmaz. Çünkü hakikat, Hakk’tandır. Hakk ile kaimdir. Hakk ile pâyidardır. Sönmez bir ışık, sonsuz bir gerçektir. Zira hakikat, Hakk’tan gelip, Hakk’a götüren en sâdık, en doğru yoldaştır. Ne mutlu böyle yoldaşı olana. Ne mutlu böyle bir yoldaşla yolda olana. Böyle bir refikle yola çıkana.
Hem demiştir ki: “Velâyet (velilik) üç kısımdır: Biri velâyet-i suğra (küçük veliliktir) ki, meşhur (bilinen) velayet (velilik)tir. Biri velayet-i vusta (orta veliliktir), biri velayet-i kübra (büyük velilik)tir. Velayet-i kübra ise; veraset-i nübüvvet (Hz. Peygamber’den sonra onun görevini üstlenmek yani yürütmek) yoluyla, tasavvuf berzahına (tasavvuf alanına) girmeden, doğrudan doğruya hakikata yol açmaktır.”
İşte bu açıklamalar gösteriyor ki asıl hedef, esas maksat, gerçek gaye bilmektir, anlamaktır, fehmetmek ve derketmektir. Neyi bilip anlamak ve derketmek derseniz aziz okur! Ezelî-ebedî var olan, mahiyetiyle değil; eserleriyle varlığını duyuran, hissettiren ve gösteren Zât’ın mevcudiyetini bilip anlamak ve derketmektir.
Bu bilişte, bu fehmedişte en kısa, en kestirme, en kesin yol ilim yoludur. İrfan yoludur. Bilgi yoludur.
Bu da varlığa bakıştan geçer. Bu da varlığı görüşten geçer.
Ama nasıl bir bakış, nasıl bir görüş olacak bu? Derseniz:
X
Bakış görüş değil
Duyuş işitiş değil
Biliş anlayış değil
İşte bu yüzden
Her şey
Hiç bir şey
Oysa
Görüş bakıştan öte
İşitiş duyuştan öte
Anlayış bilişten öte
Ancak
Bu takdirde
Olur hiç bir şey
Olur her şey
Anla artık bunu
Hey koca dostum
Hey
ASIL LEZZET DEĞİL CENNET (2)
Muhsin Bozkurt Makale